ALİ POYRAZOĞLU, BİLAL ÖZCAN?A AÇIKLADI:SALDIRIYA UĞRADIM, KABURGA KEMİKLERİM KIRILDI, 6 YERİMDEN BIÇAKLANDIM. ÇOK ACILAR YAŞADIM
Ünlü tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu, gazeteci Bilal Özcan?ın Kanaltürk?te yayınlanan Laf Aramızda programında bir dönem tiyatro yüzünden, kaburgaları kırılana kadar dövüldüğünü, 6 yerinden bıçaklandığını ve ölümden döndüğünü anlattı.
ÖLÜNCE HEYKELİMİN DİKİLMESİNİ İSTEMEM
Ünlü oyuncu Ali Poyrazoğlu şunları söyledi:
"Bizim o zaman yaşadıklarımız çektiklerimiz az şey değildi. Ben öyle şeyler yaşamadım ki anlatsam şaşırırsınız. Ben saldırıya uğradım, faşistler saldırdılar bana. Bütün kaburga kemiklerimi kırdılar, 6 yerimden bıçaklandım, çok acı şeyler yaşadım. Sebebi bütün bunların, tiyatro yapmam. Ben ateşin içinden geçerek bu günlere gelmiş bir tiyatrocuyum. Bunları ben her zaman gündeme getirmiyorum, şimdi siz açtığınız için söylüyorum. Onun için, bugün beni hiç bir şey sindiremez. Ne, her hangi bir politik baskı; ne, her hangi bir seyirci baskısı, ne meslektaşlarımın baskısı? Ben ateşin içinden geçip geldim tiyatro yapmak için. Ömrümü tiyatroya verdim. Çok sıkıntılara katlandım ama bu sıkıntıları, bu acıları Türkiye'de yazan, çizen, düşünen, okuyan, anlatan bir sürü insan çekti bu acıları. Ben kendimi farklı birisi gibi anlatmak istemiyorum, çünkü çok insan çekti bu acıları. Ülkemiz düşünce özgürlüğünü doğru dürüst kullanamadığı için ve hala, dünyada, düşündüğü için yazdığı, çizdiği, konuştuğu için hapislerinde insanlar yatan nadir ülkelerden birisiyiz. Bu ayıpla, bu kadar demokrasiyi tartışırken, buradan geri dönmemiz, farklı bir biçimde yazanı, çizeni, okuyanı, yaratanı bağrımıza basıp onları bizim içimizde farklı bir bakış, farklı bir göz yaratmak, yaşamı daha net görebilmemizi sağlayabilmek için uğraştıklarını, yaşamımızı güzelleştirdiklerini, geleceğimizi daha aydınlık bir hale getirmek için kendilerini paraladıklarını ve bütün bu riskleri aldıklarını yaşamlarının mafolduğunu büyük bir kısmının kabul etmeli ve bu utançla yüzleşmek zorunda artık Türkiye.
Bilal Özcan'ın Ali Poyrazoğlu'nu ağırladığı ve 27 Haziran Pazar günü saat 15.20'de Kanaltürk'te yayınlanacak bu çok ilginç programda konuşulanların bir kısmı şöyle?
BİLAL ÖZCAN: Ali Bey siz eczacı Mahmut Haydar Poyrazoğlu ile Melike Hanımın çocukları olarak İstanbul'da dünyaya geldiniz. İki kardeşiniz vardı, Mehmet Harun bey ve beş yıl önce kaybettiğiniz Suat Sadide hanım. Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
ALİ POYRAZOĞLU : Girdaplı bir çocukluk yaşadım çünkü ailede anne tarafı da, baba tarafı da zengin, hali vakti yerinde aileler fakat bir aşk başkaldırısında bir devrim hareketinde bulunmuşlar, ailelere başkaldırmışlar, onların düzenini yıkmışlar ve evlenmişler. Evlenince ailelere fazla hesap vermeden, aileler karşı çıkmış parasız kalmışlar, biz dünyaya gelmişiz. Çocukluğum biraz fakir bir eczacının oğlu olarak geçti, babam daha eczacılık fakültesindeyken evlenmişler. Bir parça girdaplı bir çocukluktu ama çok neşeliydi, Moda'da geçti çocukluğum, ortaokul ikinci sınıfa kadar, Moda İlkokulunda okudum. Tabii o zaman beton ormanı değildi İstanbul, her yer bağ, bahçeydi. Biz bir apartmanda oturuyorduk, güzel bir apartmandı. Anneden babadan sevgi alan, evinin içi eğlenceli olan bir çocuktum. Annem hayatımızı çok büyük bir eğlenceye çevirmeyi bilen bir kadındı. Çok eğlenirdik biz evde. Annem keman çalardı.
B.Ö. : Öyle mi ne güzel..
A.P. : Annem Fransızca konuşurdu. Ben evde Fransızca öğrenme imkânını buldum, daha çocukken Fransızca konuşmaya başladım. Bunun benim için o zaman büyük bir şans olduğunu bilmiyordum, hep ağlardım, ''Ben gâvur olmayacağım'' diye.
ÇOCUKLAR BENİ, "GAVUR OĞLAN" DİYE KOVALARDI
ÇOK EĞLENCELİ BİR ÇOCUKLUK YAŞADIM
B.Ö. : Diğer çocuklar, 'gâvur çocuk' diye bağırarak peşinizden takılırlarmış.
A.P. : Gavur çocuk diye alay ederlerdi benimle, yabancı diller öğrendiğim için? İstanbul'da değil ama Fatsa'da ''gavur oğlan'' diye dalga geçerlerdi benimle, bende eve gider ağlardım, ''ben gavur olmayacağım, gavur olmayacağım'' diye. Ama tabii evde İngilizceyi, Fransızcayı öğrenmenin bir nimet olduğunu, bir piyango olduğunu yaş ilerledikçe anlıyorsun. Çok eğlendim, çok eğlenceli bir çocukluğum oldu benim. İstanbul'da İstanbul çocukluğunun keyfini yaşadım. Moda, deniz, plaj, okul, arkadaşlar? Şimdiki gibi değildi, İnsanlar çocuklarını sokağa salmaya korkmuyorlardı. Futbol oynuyorduk, bahçelerde dolaşıyorduk, eriğimizi çalıyorduk, kirazımızı topluyorduk mevsimine göre. Meyvelerimizi toplar yer-içerdik ama Fatsa'ya gidince tabii daha büyük bir doğal özgürlükle karşı karşıya kaldım, her taraf fındık bahçeleri. Çok eğlendim, çok eğlenceli bir çocukluktu.
B.Ö. : Babanız Kanaat Eczanesi'nin sahibiydi.
A.P. : Babam değildi, dedemdi. Aileden kaldı.
B.Ö. : Dedeniz İnebolu'da ilk eczaneyi açmış.
A.P. : Neler biliyorsun sen ya?
B.Ö. : Sonra dönemin Fatsa belediye başkanı Gazi Ahmet Cevat Bey'in isteği üzerine, onun teşvikiyle dedeniz, İnebolu'dan Fatsa'ya gelip, Fatsa'da ilk eczaneyi açmış. Babanız da İstanbul'a gelip eczacılık eğitimi alıyor.
ANNEM FRANSIZCA, İNGİLİZCE, RUSCA BİLEN BİR KAFKAS GÜZELİYDİ
A.P. : Eczacılık fakültesini bitiriyor İstanbul'da. Bitirmeden daha annemle evleniyor. Annem o zaman dışarıda büyümüş, yabancı diller bilen; Atatürk devriminin heyecanını hissetmiş, içlerinde taşımış, bir işe yaramak için paralanan, iyi eğitim almış bir kadın.
B.Ö. : Dame De Sion'da okumuş, Fransız kolejinde.
A.P. : Evet, zaten o da çocukken Fransızca konuşmuş. Rusça biliyor, Fransızca biliyor, keman çalıyor, edebiyat biliyor. O kadınlar işe yaramak için şimdi sivil toplum örgütü dediğimiz o zaman dernekler gibi kuruluşlarda devamlı çalışan insanlar. Annem çok faal, dışarıya dönük bir kadındı ve gazeteciydi, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ile birlikte dergi çıkaran, o dönemin heyecanlı hanımlarından birisi.
B.Ö. : Güzel de bir hanımmış anneniz. Kafkas güzeli, Batumlu.
A.P. : Ve güzel, evet.
B.Ö. : Babanız da çarpılmış tabi, üniversite öğrencisi burada ama nasıl tanışmışlar merak ettim?
A.P. : O kadar derin kısmını duyamadım, biz bilemedik ama aşık olmuşlar birbirlerine, evlenmişler. Sonra dedem ölünce önce annemin tarafı evet diyor bu evliliğe babamın tarafından önce. Anne tarafı da bizim hep doktor, baba tarafı da eczacı, tıbbi bir aileden geliyorum ben. Anne tarafı bir parça ortalığı rahatlatınca azıcık paramız pulumuz olmuş. Daha rahat bir hayat, daha büyük bir ev falan, yine Moda'da oturmaya devam ettik sonra dedem ölünce, babamın babası ölünce eczaneler kaldı, sonra babam oraya gitti; ondan sonra işleri büyüdü, ilaç laboratuarları kurdu. Ankara'da eczaneler kurdu yani epey büyüttü işleri.
MEYVEDEN, SEBZEDEN KUKLA YAPARDIM
B.Ö. : Babanız evde biraz otoritermiş galiba, değil mi?
A.P. : Evet çok otoriterdi babam.
B.Ö. : Sizde tutumlu bir çocukmuşsunuz, kumbarada para biriktirirmişsiniz.
A.P. : Nerden biliyorsunuz bunları?
BANA OYUNCAK DEĞİL, KİTAP ALIRLARDI
B.Ö. : Ben gazeteciyim, araştırırım. Türkiye'nin en önemli tiyatrocusu konuğum olarak geliyor?
A.P. : Evet çocukken para biriktirirdim. Bize çok oyuncak almazlardı garip bir evdi bizimki. Bize kitap alırlardı, çok kitap alırlardı. Okuma alışkanlığını ben çocukken elde ettim, bir de eczacılarla iyi geçinmek zorundaydım ve de doktorlarla. İlaç mümessilleri Anadolu'da dolaşanlar, o zaman röprezant denirdi şimdi ilaç mümessili deniyor, onlar da eczacının oğluna her sefer sorarlardı ne istersin derlerdi. Ben eczanede çırağım o zaman ''kitap isterim'' derdim, kitap getirirlerdi bana İstanbul'dan, Ankara'dan. Ben de para biriktirirdim istediğim oyuncakları almak için.
B.Ö. : Kuklaları kim alırdı size?
A.P. : Kuklaları ben yaptım. Bir tane kukla dedem verdi bana, çok eski bir kuklaydı hala saklıyorum onu. İlk kuklayı o verdi bana, dedemin verdiği kukladan sonra bende kendim kukla yapmaya başladım. Yani çocukların kukla yapması, ona kukla alıp vermekten daha önemli, birinci ikinci kuklayı alıp versen çocuk gerisi yapıyor. Çünkü çocuk olmayacak malzemelerden kuklalar yapar, meyvelerden yaparsın, sebzelerden yaparsın, onları yontarsın. Elmadan çok güzel kukla olur, yani kafa gibi yontarsın elmayı. Kuklanın kafası yaparsın, geçirirsin sopaya bir de bez dolarsın, oynatırsın. Çocukların hayal gücü derin enginlerde dolaşır.
İLK TİYATROMU 5 YAŞINDA KURDUM
B.Ö. : Ve Ali Poyrazoğlu ilk tiyatrosunu o kuklalarla, yemek masasının altında beş yaşında kurdu.
A.P. : Evet beş yaşında tiyatro kurdum, yani ben patron olarak başladım bu işe. "Nasıl başladın?" diye tiyatrolarda soruyorlar. Direkt patron olarak Ali Poyrazoğlu kukla tiyatrosunda, evde masanın altında başladım. Evet, bir tiyatro kurdum, ilk gecede full çektim, evdeki bütün ahali geldi. Annem, babam, kardeşlerim geldi, bende masanın altına girdim, masanın altı kolay çünkü. Yüksek yemek masası var, kırmızı da bir örtü var üstünde. Tiyatroda kırmızı perdenin arkasındadır ya, ben orayı kestirdim gözüme, kurdum tiyatroyu orada. Karşıda da annem, babam, kardeşlerim, evde çalışan Yeter Hanım seyrediyorlar oyunu. İşte ben oynattım, babam uyudu beş dakika sonra, annem onu dürtüyor bir yandan. Annem örgü örüyor bir yandan şişi babama batırıyor kalksın, çocuğun ilk gösterisinde uyumasın diye. Erkek kardeşim sıkıldı gitti, kız kardeşim, "Al bunu da oynat" diye kendi bebeğini verdi kukla niyetine. Evde köpeklerim vardı Cin ile Can, onlar beni çok büyük dikkatle izlediler, geldiler protokolde yerlerini aldılar. İki tane fino böyle masanın altındaki kuklalara baktılar, en çok onlar alkışladılar beni, iki ayağının üstüne kalkıp köpekler. "Köpek alkışlar mı?" deme alkışladılar, çok mutlu oldular; ben anladım o zaman köpeklerin tarzı bir oyuncu olacağımı. Böyle başladım.
YURT DIŞINDAN OSMANLI KUKLA KOLEKSİYONLARINI SATIN ALDIM
B.Ö. : Ve o kuklaları yıllar sonra sahneye de taşıdınız değil mi? 'Ben Eskiden Küçüktüm', 'Şaka Şaka', 'Ali Harikalar Diyarında'?
A.P. : Bir de 'Hoşçakal İstanbul'. O oyunları, o kuklalarla değil ama çok büyük kuklalarla yaptık. Kukla benim çok büyük bir tutkum, çünkü kuklalar görsel dilin çok önemli bir anlatım aracı. Onlarla sadece çocuk oyunu yapılmaz, büyüklere de çok farklı şiirsel dünyalar kurabilirsin. Değişik çalışmalar yaptım, bir keresinde çılgınlık yapıp tiyatronun bütün içini söküp bütün koltukları kaldırdım. Depolara gönderdim. Oralara masalar kurduk. Ee akademinin tiyatro dekoru bölümündeki ve heykel bölümündeki arkadaşları topladık, spor akademisinden onların başına büyük ressamımız Mehmet Güleryüz geçti. Orada bir kukla atölyesi kurduk biz ve bir sürü kukla imal ettik. Oyunlarda kullanmak için. Sonra koleksiyonları satın aldım. Eski Osmanlı kuklaları dışarıda satılıyordu duydum, haberler geldi, gördüm katalogları. Gördüm ki 18.19. asır Osmanlı kuklaları satılıyor. Prag'a gittim müzayede için, bir sürü kukla toplayıp getirdim. Şimdi epey büyük bir koleksiyon var, bakalım ne olacak?
İTFAİYECİ OLMAK İSTİYORDUM, O HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİREMEDİM
B.Ö. : Siz çocukken itfaiyeci olmak da istiyordunuz?
A.P. : Evet. Öyle bir kariyer istiyordum, başaramadım. Yani, hayallerinizi gerçekleştirdiniz mi diyorlar olmadı diyorum.
B.Ö. : Nereden aklınıza geldi itfaiyeci olmak?
A.P. : Yaa hoşuma gidiyordu kasklar, kırmızı arabalar. Aaaaaa geçiyorsun falan filan. Nereden aklıma geldi? Aslında komik bir şey. Eski kitaplarda karıştırıyordum böyle, Reşat Ekrem Koç'un 'İstanbul Ansiklopedisi' diye muhteşem bir eseri vardır. Onu tekrar bassa birileri, İstanbul için yazılmış, yazılabilecek muhteşem bir kaynak kitap resimli, muhteşem.. Onun içinde itfaiyeci resimleri vardı. Tulumbacılar dediklerimiz. O zaman böyle omuzlarında pompa koşuyorlar, mahallelerin arasında yangınlara yetişiyorlar. Su basıyorlar pompalardan falan filan. Onlarla oynarken çocukken, zihnim gidiyor bir yere nasıl gittiğini bilemiyorsun. Çünkü zihninde sadece senin edindiğin bilgi yok. Genlerinle birlikte sana gizli bilgiler ve imgeler geçiyor zihninin içine. O genlerin de nereden geldiğini biz net olarak bilemediğimiz için. Çünkü sadece işte ben şuralıyım, şuradan gelirim. Nerden biliyorsun. Büyükannem şeyli işte oralıydı, büyükbabam da buralı. Ama onun babasının babasının babasının babası diye geriye baktığı zaman yeni bir teoriye göre Shelfishjeans teorisine göre, bencilgenler teorisine göre genler de kültürler gibi ülke değiştiriyor, yer değiştiriyor, birbirleriyle karışarak bir sentez yaratarak ilerlemeye devam ediyor. Doğanın içinde. Onun için belki zihnimde bir yerden karışmış bir kuklacılık şeysi vardı, geni vardı. Bilmiyorum neden? Belki de beni tiyatroya o kukla merakım sürükledi diye düşünürüm.
NERİMAN KÖKSAL'A AŞIKTIM; OKULDAN KAÇIP SİNEMAYA FİLMİNE GİDİYOR, AKŞAM EVDE DAYAK YİYORDUM
B.Ö. : İlkokulda nasıl bir öğrenciydiniz? Çalışkan mıydınız?
A.P. : Allahın belası ve düz duvara çıkan, aman Allahım kâbus çocuktum.
B.Ö. : Okuldan kaçıp sinemaya da gidermişiniz? Neriman Köksal sinemalarına
A.P. : Nereden biliyorsun. Ona çok âşıktım. Yaa nerelere girdik. Ben Neriman Köksal'a aşığım. Onun o zaman Fosforlu Cevriye filmleri var. İlkokuldayız işte. Fatsa'dayız. Fatsa ufak yer. Biliyorsun şehrin ileri gelenleri şehir klubünde otururlar. Kaymakam, belediye başkanı, mal müdürü, eczacı, doktor, askerlik şubesi başkanı falan filan işte öyle otururlar. Arada bir kâğıt oynarlar, lak lak yaparlar, gazete okurlar, şehir klubü sosyal merkez. Babam orada oturuyor, Eczacı Mahmut Efendi? Biz okuldan kaçıyoruz. Film başlayacak, sinemanın sahibi bize bilet satıyor. Gişede duruyor, pinti bir adam, gişecisi yok, biletleri o satıyor. Kim olduğunu söylemeyeceğim. Neyse, alıyor paralarını şehir klubüne kumar oynamaya gidiyor. Babama diyor ki: "Eczacı senin oğlan kaçtı, yine şeye gitti, Neriman'a gitti" diyor. Ben Neriman filmlerine gidiyordum; 'Fosforlu Cevriye'. Aşığım Neriman Köksal'a. Böyle 3 kere 4 kere seyrediyorum filmi. Akşam eve gidiyorum gözlerim kıpkırmızı, okuldan kaçıp sinemaya gitmişim e hepimiz kaçıyoruz okuldan, kaçılmadan hayat olur mu? Öyle tahsil mi olur? Okuldan kaçmayan çocuk adam olmaz diyeceğim şimdi. Herkes diyecek ki bak çocuklarımızı neye teşvik ediyor?
YILLAR SONRA NERİMAN KÖKSAL'A, ONA OLAN AŞKIMI SÖYLEDİM. "ÇOCUĞUM ARASAYDIN YA" DEDİ
B.Ö. : Aman kötü örnek olmayalım.
A.P. : Yok kötü örnek olsun diye değil ama çocuk kendine arada bir özgürlük alanları yaratmak ister. Neyse ben gidiyorum akşama eve babam diyor ki: Gene mi okuldan kaçıp Neriman'a gittin sen? diyor. Dayağı yiyordum? Neriman'a sanki şeye gitmişim güya. Randevu evine gitmişim gibi.''Gene mi Neriman'a gittin sen?''diyor. Sonra aradan yıllar geçti Neriman Ablayla bir film işinde karşı karşıya geldik. Ben böyle hayran yine, aradan yıllar geçmiş. Ben filmin başrolünü oynuyorum o da ufak bir rol oynuyor. Sete geldi, ben heyecan içindeyim. Bir gün önce dediler ki "Neriman Köksal'ı aldık o role"? "Ay" dedim, "Yapma Neriman ablamı geliyor?" Ben sete gittim, işte elini öptüm falan filan. Oturdum yanına. "Abla ya?" dedim, "Ben küçükken çok âşıktım sana çok âşıktım, ah senin yüzünden ne dayaklar yedim ben. Ne dayaklar yedim Neriman Abla. Çok âşıktım sana." "Eee arasaydın çocuğum" dedi. Çok eğlenceliydi. Çok matrak. Müthiş mizah duygusu olan bir kadındı. Allah rahmet eylesin.
KADİR İNANIR'
B.Ö. : Kadir İnanır'ın babasının şekerci dükkanıyla sizin eczane yan yanaymış.
A.P. : Evet, onların şekerci dükkânı vardı. Bizim eczacı dükkânımız vardı Fatsa'da.
B.Ö. : Ve Kadir İnanır'ın babasının dükkânından, Kadir İnanır'la beraber sık sık şeker çalarmışsınız.
A.P. : Şeker çalardık hatta daha büyük operasyonumuz var. Bir çocuk için şeker araklamak o kadar marifet değil. Gidersin şekerciye 3 4 tanesi lafa tutar. Ötekisi de kavanozdan araklar. Tüyerler, yerler. Asıl dondurmayı araklamak çok zor. Dondurma bayağı hüner ister. O konuda uzmanlık geliştirmiştik.
ECZANEDE İLAÇ YAPACAK KADAR BİLGİLİYDİM
B.Ö. : Siz önce eczanede çıraktınız sonra kalfa oldunuz. O zamanlar eczanelerde ilaçta yapılırdı değil mi? Siz ilaç yapabiliyor muydunuz?
A.P. : Ben usta bir eczane kalfasıydım. Çok tabii, doktordan gelen reçeteyi girer içeride laboratuarda yapardım ben. Piluv yapardım, haplar yapardım, merhemler yapardım, öksürük şurupları yapardım, yara tozları yapardım. Yani baya profesyonel bir şeydim. Benim bütün çocukluğumun yazları, sonra belirli bir yaşa geldikten sonra kışında okulun dışındaki zamanlar eczane de geçti. Severdim ben o işi.
B.Ö. : Lion abiden mi öğrendiniz eczacılık işini?
A.P. : Evet, Lion'dan öğrendim. Lion diye bir kalfanız varmış. Ermeni bir kalfamız vardı. Dedem büyütmüştü o çocuğu. O çocukta ve ablası da Aznif abla da bize çok emek verdiler. Evet. Lion çok büyük bir ustaydı. Eczacılardan daha bilgili bir kalfaydı. Âlim kalfaydı yani. Ben de ondan öğrendim, evet.
DOKTOR REÇETELERİNİ ÇOK KOLAY OKURUM
B.Ö. : Doktor reçetelerini, doktor yazılarını nasıl okuyordunuz Allah aşkına?
A.P. : Yahu okuyorsun zamanla; insanda öyle okuma yeteneği gelişiyor ve çözüyorsun. Bir de bir parça da 'ilk karine' derler eski dilde, çıkartırsın. "Karineyle buldum" derler ya. İlaçların adını ya da ilacın içindeki ilaçların adını bildiğin için, iki harfi baştan okuyunca gerisini çözebilirsin.
B.Ö: Babanız eczacı olmanızı istiyordu ama siz oyuncu olmakta kararlıydınız.
A.P. : Ben eczacı olmadım hayır. Ben aileye ihanet ettim. Kızkardeşimi yaktık o eczacı oldu.
B.Ö. : Anneniz de size destek çıktı.
A.P. : Annem beni destekledi evet..Yani sanatçı olmak istiyorum dediğim zaman:oyuncu olacağım, yazar olacağım dediğim zaman annem destekledi. Babam bir parça direndi. Ama sonra bir yaştan sonra, bir yerden hemen şöhreti yakalayınca azıcık adından söz edilmeye başlanırsa büyük rollerde oynamaya başlarsan bütün aileler, ''İşte oğlumuz bizim'' derler. Sonra babam her yerde derdi ki: "Ya ben destekledim hanım desteklemedi." Yalan, palavra hiç desteklemedi. Ama öyle oluyor. Yaptığın iş azıcık dişe dokunur hale gelirse aileler der ki: "Ya arkasında biz vardık biz istemeseydik bu çocuk olamazdı."
ÇOCUKLUK HAYALLERİMİN ÖTESİYDEYİM
B.Ö. : Ali Poyrazoğlu, yarım asır sonra arkamıza dönüp baktığımızda 45 oyunu Türkçeye çevirdiğinizi, yüzlerce oyunda oynadığınızı, pek çok oyunu sahnelediğinizi, yönettiğinizi, 69 filmde başrol oynadığınızı, oyunlar ve kitaplar yazdığınızı, 350 bölüm televizyon dizisi oynadığınızı, binlerce konferans verdiğinizi görüyoruz
A.P. : Doğru. Şirketlere yaratıcılık, takım oyunu, yönetişimsel metodlar anlatan konferanslar veriyorum Magic effect 6 sigma gibi marka derinliği yaratma, aşk markaları yaratma gibi yönetim felsefesiyle ilgili ortak akıl oluşturma çalışmaları yapıyorum, konferanslar veriyorum.
B.Ö. : Şunu sormak istiyorum, cocukken kurduğunuz hayallerin ötesine mi geçtiniz?
Evet hayal etmediğim düşünmediğim bazı şeyleri de gerçekleştirdim. Zaman içinde karşımda açılan kapılar oldu, o kapıların arkasına geçmek, merak ettiğim şeyleri öğrenmek, bilgi biriktirmek ve onların arkasında da var olabilmeyi düşündüm. Bir rönesans adamı gibi yaşamdan geçmek istedim, herkesin hakkı bunu yapmak. Sadece bir işte değil, kendi işinde değil, ikinci bir kariyer sahibi olmak, ikinci üçüncü mesleklerde bilgi sahibi olmak, ikinci, üçüncü beyin sahibi olmak, insanı daha yaratıcı daha basarılı kılıyor.
İNSAN KENDİNİ ÇUVALLAMALARIYLA DA KEŞFETMEYE ÇALIŞMALI
B.Ö. : O değiştirme arzusunu hiç yitirmemek, hep diri tutmak ama bir yandanda bilgiyle kültürle beslenmek, her yaşta sürekli değiştirmek istemek, başarıyı katlayıp katlayıp bu yaşlara kadar aynı çizgide devam ettirmek, ama bunu herkes başaramaz.
A.P. : Herkesin en azından denemesi gerekir. Bende her istediğimi başardım diyemem. Ben egosunu kontrol altına almayı deneyen bir insanım. Tam alamasam bile ama yani sadece başarılarınla becerdiklerinle zaferlerinle, doruk noktalarınla değil, insan kendini yenilgileriyle çuvallamalarıyla yüzüne gözüne bulaştırdığı işlerle, tökezlemeleriyle de görüp anlamaya, keşfetmeye, öğrenmeye çalışmalı.
Yani ben sadece zirvelerimi değil, düştüğüm noktalara da dikkatle bakar ve çözmeye calısırım. Bence doğrusu o, herkes yaşamdan geçerken büyük bir kabarmayla doruk noktaların zaferlerin değil çuvalladığı anları da hatta mizah duygusunu da içine katarak kendisine ve başkalarına anlatmayı becerirse, daha ayaklarını sağlam yere basan, daha geleceğe akıllı yürüyen bir insan oluyor.
ŞÖHRET OLUNCA ÖZEL HAYATIN RÖNTGENLENİYOR
B.Ö. : Bir sanatcı için şöhreti tasıyabilmek, kaldırabilmek zor mu Ali Poyrazoglu?
A.P. : Yani bu çok zor bir şey. Şöhret çabuk hevesini aldığın bir olgu, yani şöhret oluyorsun şöhret olduktan 2-3 sene sonra, Allahım nerden ben bu ise bulaştım, bu is benim basıma bela oldu diyorsun. İki sebepten diyorsun, bir kere görüntün tanınan bir görüntüye dönüşünce, ister istemez, özel hayatın, istediğin gibi yemen içmen dolaşman, dışarıdaki hayatın, bir parça röntgenlenmeye başlanıyor. Hem normal insanlar tarafından hem de basın tarafından, işlerini yapan insanlar tarafından. Bu bir parca senin özgürlüğünü kaybetmen anlamına geliyor. O bir süre sonra güzel olmaktan çıkıyor ama bir de başka bir tarafı var şöhretin. Eğer yaptığın işi ciddiye alıyorsan, şöhretinin kazanılmış bir şöhret olduğunu düşünüyorsan, hak ettiğin, dandik şöhret, palavra şöhret değil; şimdi çok var öyle şöhret. 3 günde şöhret oluyorsun 1 ay sonra da unutuluyorsun, öyle değil. Hak edilmiş, emek verilmiş şöhretinden başkaları yararlanabiliyorsa, şöhretin vasıtasıyla bilgini, görgünü daha geniş kitlelere ulaştırabiliyorsan, şöhretin sana verdiği olanakları, ihtiyacı olan insanlarla paylaşabiliyorsan, o zaman şöhretin korunması gereken, ama iyi yönetilmesi gereken bir sorumluluk olduğu gerceğiyle karşı karşıya kalıyorsun. Nasıl ki büyük kurumlar kendi markalarını yönetiyorlar, oyuncular da, yazarlar, çizerler, ressamlar, heykeltıraşlar, ünlü olmuş sanatçılar da kendi şöhretlerini iyi bir şekilde yönetmeliler. Mesleklerini daha genç insanlarla buluşturabilmek için, en azından.
AZİZ NESİN BANA GAZ VERDİ!
B.Ö. : 25 yaşında kendi tiyatronuzu kurmanız bir riskmiydi?
A.P. : Çok büyük bir riskti tabii? İstanbul şimdiki gibi 14 milyon değildi, 3.5-4 milyondu; daha az insan vardı, daha az insan tiyatroya gidiyordu. Çok tiyatro vardı, rekabet çoktu. Tiyatronun çok parladığı yıllardı. Bir sürü özel tiyatro fevkalade işler yapıyordu. Eee ağır ağabeyler, ablalar da vardı. Onlar köşe başlarını tutmuştu. Kenter Tiyatrosu vardı, Dostlar Tiyatrosu, Vahi Öz Tiyatrosu vardı; ne bileyim ilk aklıma gelenler bunlar? Yani çok rekabet vardı, çok popüler oyuncuların kurduğu tiyatrolar vardı. Ve ben o zaman ne televizyona çıkmıştım ne de bir sinema filminde oynamıştım. Ben sadece genç, parlak iyi oyunlar oynayan bir oyuncu olarak hatırlanıyordum. Bana gazı Aziz Nesin verdi.
AZİZ NESİN BANA HEP, " KENDİ TİYATRONU KUR" DERDİ
B.Ö. : Tiyatronuzda ilk oyununuzu Aziz Nesin' in yazmasını istemişsiniz? Ama büyük usta demiş ki "çok yoğunum"? Nasıl ikna ettiniz 'Hakkımı Ver Hakkı' oyununu yazması için?
A.P. : Benim için özeldi, şöyle oldu; Aziz Nesin, ben başka tiyatrolarda oynarken gelip bana gaz verirdi. Derdi ki, "Ya manyak mısın sen burada çalışıyorsun, çık artık senin tiyatro kurma çağın geldi. Çok okuyorsun, araştırıyorsun. İçinde epey bilgi birikmiş vaziyette, içinde ateş var. Gençsin bu yaşta başlanır, hadi çocuğum, içindeki sesi dinle, içindeki rengi bul." Ha bire bana gaz veriyordu doğru yapıyordu beni motive ediyordu Aziz Nesin. Ben çalıştığım bir tiyatrodan istifa ettim, tiyatro kurmak icin para lazım, kaldım ortada aç bilaç. Hadi gittim başka bi yerde bir rol aldım, oynamaya başladım. Orada da geldi bana gaz verdi, çık çık çık! Sonunda istifa ettim, kendi tiyatromu kurmaya karar verdim. Aziz Abi'ye gittim, "Hadi, tiyatroyu kurdum oyunu yaz"? "Ne oyunu ya, roman yazıyorum ben, işim gücüm var benim" dedi.
AZİZ NESİN'E O BELGEYİ GÖSTERDİM, OYUNU YAZDI
B.Ö. : Bir belge göstermişsiniz.
A.P. : Ama yazdırdım, bir belge gösterdim. Aziz Nesin'e kendi aldığı bir ödülün belgesini gösterdim. 'Altın Palmiye' diye bir mizah ödülü vardır, İtalya'da verilir. Aziz Nesin onu bir çok kez almış, o ödülün belgesinde diyor ki. 'Bu ödül Aziz Nesin'in okuyucularına, Aziz Nesin'den sınırsız eser isteme hakkını veriyor.' Ödül bize hak veriyor, ben de dedim ki, "Bak abi, bana tiyatroyu kurdurdun, hayatımla oynadın, borcun harcın altına soktun. Bu ödül bana, senden eser isteme hakkı veriyor. Hakkımı Ver! Hakkımı ver! Hakkımı ver!" Bela oldum başına? "Roman yazıyorum çocuğum olmaz, şimdi yetiştiremem" dedi. "Hakkımı ver abi" dedim.
"Tamam bir ay sonra gel" dedi. Bir ay sonra gittim, attı dosyayı masanın üstüne; oyunun ismi; 'Hakkımı Ver Hakkı'? Çok da güzel tuttu, çok güzel oyundu.
B.Ö. : Kapılar kırılıyordu.
A.P. : Kapılar kırıldı ooo. Allah rahmet eylesin nur içinde yatsın, çok mübarek adamdı? Çok muhteşem oyunlar yazdı, romanlar yazdı.
B.Ö. : 'Deliler Boşandı'yı da yazdı.
A.P. : 'Deliler Boşandı'yı yazdı, 'Hakkımı Ver Hakkı'yı yazdı, 'Yaşar Ne Yaşar, Ne Yaşamaz'ı yazdı, 'Sayit Hop Sayit'i yazdı. Bir sürü roman yazdı, öyküler yazdı. Bunların hepsi tiyatro oyunu oldu, her yerde oynanıyor. Türk halkının bilinç altına, ruh haline yolculuk yapıp, deşifre edip, hepsini çıkarıp, mizah gözlükleriyle ve o eşsiz usta kalemiyle bizlere bıraktı. Bizleri zenginleştirdi, bu toplumu zenginleştiren çok büyük adamlardan birisiydi. Türk mizah tarihi dediğin zaman aslında sadece mizah tarihi de değil çok büyük bir düşünce adamıydı. Arada bir sürü insan var, kimsenin hakkını yemeyeyim ama bir uçta Nasreddin Hoca var, bir uçta da Aziz Nesin var. Bu gerçekle yüzleşmek zorundayız, bilmemiz gerekiyor. Bu toplumun bilinçaltını deşip, her sosyal katmandan insanın öykülerini bize miras bıraktığını bilmemiz lazım.
OYUNLARDAN DOLAYI ÇOK YARGILANDIM VE TUTUKLANDIM
B.Ö.: Aziz Nesin' in oyunlarında tiyatronun kapıları kırılıyordu adeta ama sık sıkta karakola çağırılıyordunuz, emniyete çağırılıyordunuz. Ne soruyorlardı size?
A.P. : Ne sormuyorlardı ki? Tabi çok yargılandık oyunlardan dolayı? Tatsız şeyler yaşadım, bir çok kere tevkif edildim davalara çıktım, mahkemelerde yargılandım.
SALDIRIYA UĞRADIM, KABURGA KEMİKLERİM KIRILDI, 6 YERİMDEN BIÇAKLANDIM. ÇOK ACI ŞEYLER YAŞADIM
ATEŞİN İÇİNDEN GEÇEREK BUGÜNLERE GELDİM
B.Ö.: Neyle suçlanıyordunuz, komünistlikle mi suçlanıyordunuz? Örgüt kurmakla mı?
A.P. : İşte o zaman maddeler vardı, evet. 141, 142, 146 falan filan bilmem ne; sanki örgüt kurmuşsun gibi. Ya birader biz alenen işimizi yapıyoruz, vatandaşa parayla bilet satıyoruz, her akşam aynı yerde perdemizi açıyoruz. Ama tabii bizim polisteki adliyedeki maceralarımız o kadar ilginç ki artık bugün gülerek ama acıklı bir gülümsemeyle bakıyoruz o geçmişe? Bizim o zaman yaşadıklarımız çektiklerimiz az şey değildi. Ben öyle şeyler yaşamadım ki anlatsam şaşırırsınız. Ben saldırıya uğradım, faşistler saldırdılar bana. Bütün kaburga kemiklerimi kırdılar, 6 yerimden bıçaklandım, çok acı şeyler yaşadım. Sebebi bütün bunların, tiyatro yapmam. Ben ateşin içinden geçerek bu günlere gelmiş bir tiyatrocuyum. Bunları ben her zaman gündeme getirmiyorum, şimdi siz açtığınız için söylüyorum. Onun için, bugün beni hiç bi şey sindiremez. Ne, her hangi bir politik baskı; ne, her hangi bir seyirci baskısı, ne meslektaşlarımın baskısı? Ben ateşin içinden geçip geldim tiyatro yapmak için. Ömrümü tiyatroya verdim. Çok sıkıntılara katlandım ama bu sıkıntıları, bu acıları Türkiye'de yazan, çizen, düşünen, okuyan, anlatan bir sürü insan çekti bu acıları. Ben kendimi farklı birisi gibi anlatmak istemiyorum, çünkü çok insan çekti bu acıları. Ülkemiz düşünce özgürlüğünü doğru dürüst kullanamadığı için ve hala, dünyada, düşündüğü için yazdığı, çizdiği, konuştuğu için hapislerinde insanlar yatan nadir ülkelerden birisiyiz. Bu ayıpla, bu kadar demokrasiyi tartışırken, buradan geri dönmemiz, farklı bir biçimde yazanı, çizeni, okuyanı, yaratanı bağrımıza basıp onları bizim içimizde farklı bir bakış, farklı bir göz yaratmak, yaşamı daha net görebilmemizi sağlayabilmek için uğraştıklarını, yaşamımızı güzelleştirdiklerini, geleceğimizi daha aydınlık bir hale getirmek için kendilerini paraladıklarını ve bütün bu riskleri aldıklarını yaşamlarının mafholduğunu büyük bir kısmının kabul etmeli ve bu utançla yüzleşmek zorunda artık Türkiye.
B.Ö : Aydın'da başınıza geldi değil mi o tatsız olay?
A.P. : Evet.
B.Ö. : Alalade insanlar mıydı kimdi onlar?
A.P. : Boşver şimdi...
B.Ö. : Çok geçmiş olsun.
A.P. : Alalade değil, örgüttü işte boşver...
B.Ö: Allah gecinden versin, o vakit geldiğinde hepimiz vefat edeceğiz, hepimizin başına gelecek, nerede toprağa verilmek istersiniz Boğaz'a karşı Aşiyan'da mı? Yoksa??
A.P. : Ay'da! Ay'ı tercih ederim, yukarıdan bakayım şöyle aşağıya doğru! Bilmiyorum böyle bir şeyi hiç planlamadım, düşünmedim çok fazla da planlanması gerektiğini düşünmüyorum. Bu kadar eşimiz dostumuz ahbabımız var, artık sahip çıkarlar. Ben devlet sanatçısıyım. Yasaya göre ölürsem top arabasında götürecekler beni. Hahahaha.
ÖLÜNCE HEYKELİMİN DİKİLMESİNİ İSTEMEM
B.Ö. : Allah gecinden versin diyelim tekrar. Peki heykeliniz dikilsin mi, istermisiniz?
A.P. : Yok ya, gerek yok öyle şeylere. Gırgır bir heykel olursa isterim ama, eğlenceli bir şey olursa. Heykelimi hiç düşünmedim bak, yalnız bu vesile ile bir şey söylemek istiyorum. Benim heykelim dikilmesin tamam ama çok heykelsiz bir ülkede yaşıyoruzya. Yani o kadar büyük ressamımız, düşünce adamımız sahiden devrim yaratmaya calışmış, iz bırakmış öğretmenimiz, eczacımız, doktorumuz şairimiz var. Bunların bırak heykellerini dikmeyi sokaklara adlarını bile vermiyoruz ya. Yani Avrupa'nın her hangi bir kentinde dolaşırken, mutlaka o sokaklarda, büyük bir kısmı bilmediğin isimler de olabiliyor sokağın altında. Çünkü yazıyor, şair, yazar bu sokakta doğdu, bilmem ne falan. Bütün sanatçılarının adlarını sokaklarına veriyorlar. Sanatı, kültürü,
o sanat bilincini, sanatın yaşamımıza kattığı zenginliği, farklı duruşu, sürekli insanlarla karsı karsıya getirebilmek, anımsatmak için, ressamın, yazarın, şairin, heykeltraşın isimleri sokaklara veriliyor, heykelleri yapılıyor. Biz pek bu işlerden nasibini almamış, çok fazla ruhunu teslim etmiş bir topluma dönüştük.
DÜNYAYI GEZDİM, İSTANBUL BENİM BAŞKENTİM
B.Ö. : Profesyonel gezginim, maceraperest bir çingene ruhluyum diyorsunuz. Dünyada gezmediğiniz, görmediğiniz bir yer kaldı mı?
A.P. : Güney Amerika kaldı, bu sene gideceğim.
B.Ö. : En çok beğendiğiniz, sizde en çok iz bırakan yer neresi oldu?
A.P. : Avusturya'da bir bölge var evet. Bregenz diye bir yer var, Bregenz'i çok seviyorum. Bir göl, bir kısmı Almanya'nın, bir kısmı İsviçre'nin, bir kısmı Avusturya'nın. Ortada bir tane ufak ada var, o da İsveç'in. Çünkü İsveç kralına ait bir şato var üstünde. Dört ülkenin içinde bulunduğu bir göl. Avusturya' nın Bregenz bölgesinde kayak yapılır, yazında yelken melken. Göl büyük bir göl Van gölü falan gibi, ciddi büyük bir göl. O tarafları çok severim, Fransa' nın güneyini severim. İspanya'ya doğru Marsilya' dan sonrasını o tarafları çok severim. Bataklıklar vardır, Kamar diye bir bölgesi vardır. Orası bataklıktır, tamamen pirinç tarlalarıdır. Ve o pirinç tarlalarında binlerce pembe kuğu dolaşır. Çok etkileyicidir o bölge ve bütün çingeneler orada yaşarlar. Hani bu bizde Gibsy Kings falan metal grupları gelir ya, orada her kahvede 3 tane Gibsy Kings vardır. Bütün dünyanın her yerinden çingeneler gelirler. Çingeneler orada yaşarlar. İngiltere' de Edinburgh'u çok severim. Hem çok güzel festival vardır her an seyredebilirsin, hem de doğa çok güzeldir hemde orada somon avına gidiyoruz, somon balığı avına çünkü çizmeleri giyiyorsun burana kadar çizmeler, oltayı atıyorsun ve nehrin içinde yürüyorsun, akıntıya karşı balık avlıyosun ve doğa çok güzeldir. Oraları severim, bunun yanında New York' un karanlık sokaklarını, ben Amerika' da da çalıştığım için oralarda da oynuyorum, Amerika' yı çok severim, Paris başkentlerimden birisidir. Sidney çok heyecan verici, çok güzel bir şehirdir. Var bir sürü aşık olduğum kent ama tabii ki mutlaka söylemem gerekir ki İstanbul benim başkentim. İstanbul doğasıyla, içindeki insanlarıyla, macera kokusuyla, tarihi eserleriyle bambaşka. Bir tarafta Bizans, bir tarafta Osmanlı, bir tarafta Selçuklu, bir tarafta Cumhuriyet? Yani bir tarafta Asya, bir tarafta Avrupa çok çok heyecan verici bir kent doğrusu ve biz İstanbul' un içinde yaşıyoruz. Herkes aslında dikkat etse işiyle evi arasında yani sonunda
BİR KADINI ÇOCUK YAPACAK KADAR SEVDİM
B.Ö. : Ali Bey soyadınızı devam ettirecek bir çocuk sahibi olmak istemez miydiniz? Hiç çocuk yapacak kadar bir kadını sevmediniz mi? Bundan sonra olamaz mı?'
A.P. : Çok özel bir soru, evet sevdim. Bir kadını çocuk yapacak kadar sevdim.
B.Ö. : Peki, bundan sonrası için geç mi?
A.P. : Yoo, hiç geç değil, belli olmaz. Nerede ne sürpriz yapıcağım belli olmaz benim.