ŞAFAĞINI KARANLIK GÖRENLERE?
Hayatı boyunca ?arayan? ama aslında aradığı neyse o olan insan, belli bir yaştan sonra iyice karamsarlaşıyor belki de. Ya da çok az kişinin bildiği ay ışığı testini henüz geçememiş oluyor. Şafağını karanlık görüyor, ne yapacağını bilemiyor, ruhu yoruluyor, aklı geriliyor, çevresindekilere göre ?ona bir haller oluyor?, en kaba tabirle; ?başına vuruyor?.
Sonra zamanı, yaşı, biyolojik saati bahane ediyor, kendi yapamadıkları için yersiz bir dış etken faktörüne takılıyor böylece etraf mutsuz olduğunu bile farkında olamayacak kadar çaresiz “evlendirilmiş” bedenlerle doluyor. Ruhunu ay ışığında bırakmış şafağı karanlıkların, dünyaları da kararıyor.
Oysa çok kolaydır yaşına teslim olup önüne ilk gelene pes etmek. Ama en büyük pişmanlığıdır geleceğin, kolayı seçmek. Ay ışığı testinden geçemediyseniz şafağınızı karanlık zannedersiniz. Ümidinizi keserseniz o meşhur pos bıyıklı pesimistin söylediği gibi olur durum. Çünkü ancak boşa harcanan ümit uzatır işkenceyi. Tıpkı enerjiyi yanlış yerde harcamak gibi. Oysa ay ışığında kendi gözlerinize baktığınızda bir süre sonra artık o gözlerin size ait olmadığından eminsinizdir. Aynada gördüğünüz gözler onun gözlerine dönüşür bir süre sonra çünkü. İşte bahsettiğim test bu test. Bunu ne kadar erken yaparsanız, aynadaki gözlerin sahibini aramaya o kadar erken başlarsınız. İşin sonunda hiç bulamama gibi bir risk de yok değil. Ama bu durumun umutsuzluğundan ziyade sizin yetersizliğinizden kaynaklanabilir ancak. Yıllar önce gördüm ben diğer yarımın gözlerini mesela. Uzun süre aradıktan sonra buldum da sahibini. Ama nasıl anlatırım ki? Fantastik bir filmde, bir adamın yanına gidip “ben senin gelecekten gelen kızınım” demesi gibi bir şey. “Sen benim aynadaki gözlerimsin”. “Yürü git” demez mi adam sana? Der, hakkı da var. Ama bu gerçeğe rağmen benim pes etmeye niyetim yok o başka.
Bu hayatta herkes evini arar aslında. Yıllarca çalışıp çabalayıp, biriktirdiği üç-beş kuruşu denkleştirdikten sonra ev sahibi olmak için ömrünün kalanını vermekten bahsetmiyorum elbette. Birinin kalbindeki kiracılıktan bahsediyorum. Çünkü ne kadar yırtınırsak yırtınalım, bu eğreti dünyada gerçekten bize ait olan hiçbir şey yok ve olmayacak. Kendi kendinize “Şu hayatta neyin garantisi var ki?” sorusunu arka arkaya 3–4 kez sorunca bile, bu gerçeği hemen kabullenebiliyorsunuz zaten. Sizi umudun en tükendiği yerlerden birini söyleyeyim mi? İlk gençliğinizde izlediğiniz filmlerden ya da dizilerden etkilenip, kendinize, garanti olsun diye, birden fazla “40 yaş yedeği” belirlersiniz. Bazılarından söz bile alırsınız, yıllar geçtiğinde unutacağını bile bile. Şansınızı denersiniz işte. Ve o son kırk yaş yedeğiniz dâhil tümü evlendiyse, bir hafta önce de, okul yıllarından ya da çocukluk arkadaşlarınız arasında kalan sizden başka son bekârın düğününde, mutluluktan ağlıyormuş gibi yapıp mücrim gibi titreyerek kendi halinizi düşüne düşüne kadehleri yuvarladıysanız, pos bıyıklıyı haklı bulma noktasına bile gelebilirsiniz. Sizin hala bir eviniz yoktur çünkü. Hani hafiften ürpereceğiniz o tatlı yaz akşamlarında, içerden üşüdüğünüzü düşünüp getirdiği hırkayla yanınıza gelerek balkonda birlikte demleneceğiniz o adam ya da kadın yoktur.
İnsan özellikle bir yaştan ve de yeterince ümitten, hatalı denemeden, asla sevgili olmayan sadece eski erkek veya kız arkadaştan sonra, şarkıları, bitişinde “âmin” diyesi gelecek kadar, bir dua gibi dinler. Ömrü boyunca kabul etmese, farkında olmasa da AŞK olsun diye yaşar, olmayınca da kendine kaçar. Diğer her şeyi hallettiğini düşündüğünde öyle bir boşluğu fark eder ki, apar topar bir arayışa girer. Sonra bakar olmuyor, yenilir zamana. Gel diyenle gider isteyip istemediğine bile aldırmadan. Sonra der ki kendine “en iyisi buydu” ya da “elimde bir bu kalmıştı”. Böylece başlar hem kendine hem de o “bu”suna yapacağı haksızlıklar.
Kimseye anlatamamıştır çünkü derdini. Yaşıtları arasında herkes evlenmiş ve en az bir çocuk yapıvermiştir bile. Amcalık, teyzelik, dayılık, halalık da bir yere kadar. “Her insan anne ve baba olmak için doğmuştur” genellemesinde kıvranırken o meşhur masada buluverir kendini.
Bazıları ise, kadınları, erkekleri, ilişkileri o kadar FAZLA iyi tanıyordur ki, tam da bu yüzden tek başınadır işte. Ama yalnız değil, OSHO’nun defalarca altını çizdiği gibi: TEK BAŞINA!
Önce kendini tanıması lazım insanın işte. Sonra da aynaya bakması. Ama ay ışığında, tam da kendi gözlerinin içine. Çünkü kalbinden geçeni, kendi bile bilemese de, ancak gözlerinden görebilir insan o en dürüst haliyle.
Uzaklarda aramayın yani, çünkü taht kurmuştur o göz bebeklerinizin içine… Amin…
Ferhan PETEK
Köşem Sultan ®
http://www.facebook.com/pages/Ferhan-Petek/40815501931
twitter: @Fername