BENİM SİNEMALARIM...
Şu nostalji yazılarını pek seviyorum. Yıllar önceye gidiyorum, hatıralarımı tazeliyorum. Şimdi size anlatacağım hikaye, en az kırk yıllık.
Çocuklar daha ilkokula gitmiyor. Hürriyet’te çalışıyorum.
Hafta sonları tam bir azap… Çocukları alıp bir sinemaya gidemezsin. Almazlar… Dışarıda yemek yemeğe kalksan, durmazlar… Çare, evde kendime bir hafta sonu bir tatil eğlencesi bulmak durumundayım…
Buluyorum.
İstanbul, Sirkeci’deki Büyük Postane’nin sokağı… Sıra sıra küçük dükkanlar… İşte; burada sessiz filmler kiralandığını öğreniyorum.
Kafaya takıyorum... Önce kendime 8.mm. bir sinema makinesi ediniyorum… Sonra, en kalitesinden sinema perdesi alıyorum.
Alet- edavat tamam!
Cumartesi işten çıkınca, bir kiralık film dükkanına giriyorum. Kimliğimi veriyorum, istediğim filmleri kiralıyorum. 2 günlüğüne.
Ve günlerden pazar…. Çoluk-çocuk salondayız. Kuruyoruz duvara sinema perdesini. Açıyoruz. Ve, kiraladığımız filmlerden birini makineye takıyoruz.
Pır, pır, pır…
Çalışıyor makine. Ekranda Lorel-Hardy… Gül, Allah, gül...
Lorel - Hardy en sevdiğimiz sessiz film kahramanlarıydı.
Sinemanın şişkosu ve zayıfı… Onları bu kadar çok sevmemizin nedeni, seslendirmeyi Ferdi Tayfur’un yapmasıydı. Hayır, türkücü Ferdi Tayfur değil, seslendirme kralı Ferdi Tayfur.
Seslendirme yaparken o soğuk Amerikan esprilerini bir kenara atar, onlara Türkiye’den hikayeler yaratırdı. Bir replikleri var ki, aradan 40 yıl geçti hala unutamıyorum.
Zayıf, şişkoya soruyor: “Söyle bakalım Hardy… Şu karşıdaki geminin kaptanı kaç yaşındadır?”
Hardy, ağzını doldura doldura konuşuyor: “28”…
“Bilemedin.”
Peki sen söyle, “Kaç yasında o kaptan?”
Zayıf “52” diyor.
“Nereden biliyorsun”
“Dün kendisine sordum” Hhhhyyt!…
Zayıf yani Stan Laurel, çocuksu ve beceriksizdi.
Badem bıyık şişko, Oliver Hardy, akıllı geçinen aptal…
Şarlo, “3 Ahpap Çavuşlar” de en sevdiğimiz sessiz filmlerdi. Hele Şarlo… Başında melon şapkası, ayağında beş numara büyük palyaço ayakkabıları, badem bıyığı ila bayılırdık esprilerine. Konuşmaz pandomim yapardı.
Derken kiralık film dönemi tarihe karıştı. Biz de makinesi ile perdesini bir dolaba kilitledik. Ve, çocukların çocukluk hallerini çekmek için fotoğraf makinesine döndük. Elimden pek çok fotoğraf makinesi geçti. Laica’sından, relecord’una kadar. En son pentax’da karar kılmıştım. Sonra filmlerini bulamamaya başladım ve çantası ile birlikte netax’ımı da dolaba attım. Cep telefonu, canına okudu fotoğraf makinelerinin…
Eski günlere gidince şunu gözlüyorum. Çocuklar küçükken sen babasın, çocuklar, çocuk... Sonra büyüyor çocuklar, arkadaş oluyorsunuz. Ve yıllar geçiyor, elinde baston iki büklüm oluyorsun. O zaman da çocuklar baba, sense çocuk.
Hayat, böyle bir şey işte
ERDOĞAN SEVGİN