- KLİK!..
Gece, zor? Gece, çetrefil ve acınası bir çığlık? Soluk boğan canavarın, kurbanının üstüne attığı atlas ısıtmıyor müstakbel ölüyü? Buz ve ürperti? Tavanda yazılı olan kadim anlaşma, çocuksu düşlerin, uykusuzluğun, yitirmişliğin gökten düşen üç elması... Öyle bir nokta ki, mutsuzluk kanıksanmış bir masal artık. Şimdi bu masalın, mutlu sonunu bekleyen kocaman bir umut var içinde. Işık, belki de beklediği son tüysü hafiflik ? Bir dilek? Harfleri kaymış bir dua?
Ölmeli mi, ölmemeli mi seçeneği yok nasılsa… Adım adım geliyor; apaklığın dingin huzuru…
Aldım, verdim, ben sana yenildim! Şimdi çok daha rahat geçmişle hesaplaşmak. Yenilgiyi kabul edenler, eleştirinin acımasız okları karşısında, çelik zırhlı duvarın arkasında duruyorlar. Kanın pıhtısı, okların başını sokacağı bir liman.
O da, böğründen vurulmak istiyor. Cesaretten öte bir şey bu. Kabullenmek… Olacaksa, böyle olsun demek. Ok, rüzgara sürtünürken kulağına fısıldıyor yaşadıklarını. Kısa erimli bir yolculuk bu… Ama sözün özünü verecek kadar geniş bir zaman.
Odada bir adamın soluk alıp verdiğini kanıtlayan tek eşya , kirli karelerin oluşturduğu bir masa örtüsü ve altında bacakları artık tutmayan tahta masa. Zeytin çekirdekleri kurumuş , aksesuar gibi her beyaz karenin ortasına oturtulmuş. Pencereden sızan ışık aydınlatmıyor; hesap soruyor adeta… “Neredeydin?”, “Nasıl geçti yolculuğun?” , “ Hani çocukluğunun düşleri?” , “ Ağlıyor musun?” , “ Bu bir soru değil, al şu mendili. Ağlama!”…
Eski aşklar; hançerdir. Soğuk ve endişeli bir orgazmın ayna soğukluğu… Parlak, metalsi giriş; ölümle orgazmı eşitleyen. Hazzın soğukluğunda, çırılçıplak beklentilerde yorulur zihin. 31 çekmeli ölürken… 31 çeken tüm ayları kutlamalı… İşaret koymalı, tarihi geçmiş ajandaya… Bir de yağmurlu günleri işaretlemeli, boy abdestini kolaylamak için.
İnançsızlık değil yaşadığı… Kuşkuların ardı ardına dizilmesiyle oluşan tek bir cevabın beklentisi. “Işığı yak benim için!”, “Bedenimi uzandığım yerden boşluğa yükselt!” , “Pencerem kapalıyken, muzip rüzgarın esintisiyle dalgalandır perdelerimi!”… Bir tek orada olduğunun gösteren işaretler gerekiyordu ona… Her neredeyse, orada olmanın izleri…
Telefonun çalmasını bekledi aylardır. Bir süs eşyası gibi masanın üstünde duruyordu. Beklentileri yükselten, umudu şüküre dönüştüren bir zil sesine gereksinimi vardı. Sanki yalnız olmadığını hissettirecek bir ses sorgulamayı da sona erdirecekti. ”İşte bu! “ diyecekti içinden. Sonra da planlar yapacaktı. “Onun yanına giderken kahverengi ceketimle beraber bordo fularımı mı taksam?.. “Güzel bir kahvaltı yapmalı bu sabah. Köşedeki börekçiden alırım su böreğini. Peyniri güzel değil ama olsun. Su böreği, demli bir çay… Ne güzel bir beraberlik. “
Eskimişti. Günden güne eksilmişti. Canı hiçbir şey yapmak istemeyen insanları şimdi çok daha iyi anlayabiliyordu. Hayata sorular sorduktan sonra, yanıtını dinleyecek kadar sabrı kalmamıştı.
Zamanı geldi artık diye düşündü… Şimdi olmayacaksa bir daha ne zaman olacaktı. Tek odalı evinin soğuk duvarına sırtını yaslamış, gün ışığının anca sızabildiği penceresinden gökyüzüne bakıyordu. İçine çektiği derin soluklar, kararsızlığını yenmesine henüz yardımcı olamamıştı. İsteksizce ayağa kalktı… Yer ayağının altından kayarken birkaç adım attı… Askıdaki paltosunun iç cebine uzattı elini. Babadan kalma altıpatlara göz attı. Beş kurşun… Bir boşluk … Oransal olarak 1/6 şans. Umudun kırıntısını hissetmek bile şu anki varoluş nedeninin kanıtıydı. Sandalyesine çöktü dikkatlice… Sandalyenin sallanan ayağını vücuduyla dengeleyerek yerleşti. Kollarını okşamaya başladı. Yeni bir boyuta adım atarken, son kez ruhunun elbisesini hissetmek istiyordu. Eprimiş, kat yapmış yerlerini yokladı. Genç bir delikanlıyken hissettiği tazelik yoktu artık. Terk eden sevgilinin ardından bakarkenki gibi acıdı içi. Olan olmuş diyemedi; çatladı orta yerinden.
Buz gibiydi tabanca. Demirin soğukluğunun ötesinde bir şey. Kırık dökük hayatın, demirdeki izdüşümüydü ürperti. Tabancanın toplu kısmını okşadı. Gözünü kısarak baktı aradan kurşunların görünen kıçlarına. Çocuğunun emzik emerken kenardan görünen dili geldi gözünün önüne. Neredeydi? Kocaman olmuştur. Annesine sarılıyordu belki şimdi. Hayırsız diyorlardır onun için. Çocuğu başını annesinin göğsüne dayamış “bir tek sen varsın canım annem “ diyordur “bir tek sen!”…
Önce ağzına soktu namluyu. Dışarıdan nasıl göründüğünü düşündü, çıkarıverdi namluyu. Göğsüne dayadı bu kez silahı. Filmlerde gördüğü gibi değildi. Yabancıladı durumu. En son kaldırdı şakağını dayadı demirin soğukluğunu. Parmağı tetikte bekliyordu. Sokakta kavga etse birileri ayırır diye daha cesaretli olurdu. Oysa şimdi kimsecikler yoktu yanı başında. Cesaretini topladı. Yumuşakça bastırdı tetiğe. Kurşunun, aklının karmaşasıyla buluşamayacağı kadar kısa erimli bir komuttu bu silahına verdiği. Tanrısallığı ve korkuyu aynı anda yaşıyordu. Korkunun ecele faydası olacak mıydı bu kez?
Asıldı bu kez işaret parmağıyla tetiğe. Çocukken arkadaşlarının zorlamasıyla atlamıştı denize. Yüzme bilmiyordu. Ama atmıştı işte kendine mavi sulara. Ama…
Garip bir şey oldu. Ya da olmadı da; olan biteni hayra yormak, garipsemek işine geliyordu…
Tanrı, hayatında ilk kez kısa bir cümleyle sesleniyordu ona…
- Klik!
Durakladı. Kavgayı bitiren biri belirmişti farkında olmadan. Korkusuna bir ses gelmişti. “Şimdi değil, hatta hiçbir zaman değil. Nefes alıp veriyorsan yarın vardır. Yarın varsa, umut da vardır…!” diyen …
Tabancayı elinde kor tutuyormuş gibi yere attı. Hafifçe gülümsedi. Masadaki zeytin çekirdeklerini bir eliyle diğer avucuna sıyırdı. Penceresinden sızan güneşin kaldırdığı tozları gördü. Güneşe şükran duydu. Tozların dansını zihninde oyunlaştırdı.
Perdeyi açtı. Üzerinde eski bir atletin olmasından ilk kez utanmadı. Herkese görünmek, herkesi görmek isteğiyle dolup taştı.
Pencerenin kolunu çevirdi sonra. Sağ elinin baş parmağını dikip, işaret parmağıyla boşluğa nişan aldı.
Ve ilk kez o Tanrı’ya bir yanıt verdi:
- Klik!