SIRILSIKLAM
Çok yağmur vardı. Sana ıslanmadan gelmek isterdim. Suyun ömrü kadar uzun konuşup, sustuklarımız kadar anlaşmayı dilerdim. Olmadı? Bu, aynı nehirde iki kere yıkanabilmek kadar aykırıydı diyalektiğe? Biz boşluklardan korkuyorduk. Boşalan yerlerimizi, hemen bir başka korkumuz dolduruveriyordu. Yine süt beyazıydın seni gördüğümde. Bir ak kaşık olarak içine girebilmeyi öyle isterdim ki? Korktum? Birikmiş günahlarımdan, senden, hepsinden önemlisi vicdanımdan?
Seninle ne zaman gizlice buluşsak kalabalıklaştı çevremiz. Aşk, kasık ağrılarımıza eşlik eden mahalle baskısıydı sanki… Ertelemelerin azabında yanıyordum. Ben alev alevdim; sense bir yağmur damlasının söndürebileceği, sonunu bekleyen köz yığını…
İki gün üst üste girdiğin rüyalarımda amansız savaşımız bitmemişti henüz. Topraklarımı sana teslim etmek, alçak bir diktatör gibi bana inanları terk etmek istiyordum. Aşk, kendini satmanın en ahlaklısıdır. Senin ahlaklı erkeğin olmak istiyordum.
Ferhat dağları delerken koca kaya parçasından, bir çay kaşığı kadar parça koptuğunda “Dayan Ferhat! Çoğu gitti azı kaldı” demiş. Aşık olanın umududur bu. Olanaksızı istemek; gerçekçi görünüp, olmayacak dualara amin demek.
Masal yazamadım senin için. Söylenceler içinse tek kelime bile etmiyorum; haddim değil…
Dudaklarının mırıltısını hiçbir öpücüğün susturamayacağını o gün anladım. Çok emek vermek gerekiyordu. Ama alın teri dökmekle de yazgıyı silmek, kimi zaman mümkün olmuyordu. Hayatımızın en demli, en keyifli çayında dudak payı bırakmamıştı bize hayat.
Sen kalkıp bir başka odaya geçtiğinde ben müebbete mahkum bir adam gibi volta attım birlikte oturduğumuz yerde. Nazım’dan şiirler düştü aklıma. Dört duvar arası aşkın imkansızlığında yazgıma sövdüm “tövbe tövbe estağfurullah” diyerek.
Umursamazı oynayamadım. Samimi olmaya zorluyordu beni güzel gözlerin. Ellerim titrerken, fazla kafein aldığıma yorduk. Oysa, çok özlemenin yürek çarpıntısıydı bu. İnsan sevince kalbi tüm bedeninde atar. Sana gönderilmiş bir işaret fişeğiydi; anlamadın.
Kısıtlı zamanlarda aklı dolaşıyor insanın. Kelimeler, şaytani kahkahalarla etrafında dönüyor. En anlamlı sevgi sözcüğünü söylemek isterken, bir sarhoş gibi dolaşıyor dili. Oysa ağzının içinde dönmeliydi dilim. Bir sema ayini gibi. Kendinden geçercesine evreni kucaklamalıydım o sıcacık ıslaklıkta.
“Vakit tamamdı, seni terk ediyordum” İşte gelmiştim, gidiyordum bilinmez bir diyara… Kalbimi masana bıraktım. Ödünç falan değil. Sonsuza kadar orada kalmak üzere. O kalp, senin mürekkep hokkan olur, kanayan yazıların sonrası kalbimde şifa bulursun diye…
Son sözlerimi söyleyemeden çıkıp gittim yanından. Yolda konuştum, seninle. Söyleyemediklerimi söyledim. Çamurları üzerime sıçratan otomobil tekerlekleri bile muhabbetimizi bölemedi. Çok ıslandım. Yağmur, gözyaşlarımı örtmek için hayatının kıyağını geçiyordu bana. En rezil şarkıları söyledim. Notalar umurumda bile değildi. Alaylı bir yeteneksizdim ve gönlümün bam telini titretiyordum, soğuktan titrerken.
Bir kez daha gelemeyeceğim yanına. Kelimelerimin fakirliğinden bir kez daha utanmayacağım. Kalbim hala senin masanda ya! Bütün mal varlığım senindir artık.
Şimdi odamda uzanırken, sensizliğin sancılarını, tavandaki rutubetin çizdiği resmine bakarak dindiriyorum. Hayatta karşıma çıkan her biçimsizlik, sen oluyor bir süre sonra en güzel biçimiyle.
İçimde tuhaf bir ritim var. Kalbimi sana bırakmıştım ama… Hala seni heceleyen bir gümbürtü var sanki içimde. Kuşkuya düşüyorum. Ben kalbimi mi terk ettim? Yoksa beni terk eden kalbim miydi? Çözemiyorum.
İçimdeki heceleri duyabiliyor musun? Bir sanrı mı bu zihnimde yaşattığım? Yoksa yaşanmışlıkların şiirli muhasebesi mi bilemiyorum.
Peki sen, bir güzel sözcüğün en kalbi duyguları yeniden tetikleyeceğini biliyor musun?